Depremlerde ortaya çıkan can ve mal kayıpları kadere bağlanamaz
İnşaat Mühendisleri Odası Hatay Şube Başkanı Cemil Tileylioğlu, Depremlerde ortaya çıkan can ve mal kayıplarının kadere bağlanamayacağını vurguladı.
17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli depremin 21. yıldönümünde yaptığı basın açıklamasında, yapı stokunun güvenli mi, değişen bir şey var mı sorularını gündeme getiren Şube Başkanı Cemil Tileylioğlu, şu ifadelere yer verdi:
17 Ağustos 1999 yılında yaşanan ve ülke tarihimizin sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan 7.4 büyüklüğündeki GÖLCÜK Merkezli depreminin üzerinden 21 yıl geçti. Resmi sonuçlara göre 18.873 insanımız yaşamını yitirdi,23.781 insanımız yaralandı, 328.113 ev ve işyeri yıkıldı veya hasar gördü. Açıkçası Yapılarımızın %25’i, kullanılamaz hale geldi. %6’sı yerle bir oldu,%7’si ağır hasar,%12’si de orta derecede hasar gördü. Bir milyondan fazla insanımız evsiz kaldı.17 milyar dolardan fazla ekonomik kayıp ortaya çıktı. Marmara Bölgesi başta olmak üzere 16 milyon insanımız bu depremin sonuçlarını yakından hissetti. Edirne’den Ağrı’ya, Samsun’dan Antalya’ya kadar her aileye uzak veya yakın ölçüde dokundu. Bu nedenle İnşaat Mühendisleri Odası 17 Ağustos 1999 Depreminin bir “MİLAT” olması gerektiğini ilan etti.
17 Ağustos 1999 Depreminden buyana 21 yıl geçti. Ülkemiz birçok depremi yine yaşandı! 2003 yılı Bingöl,2011 yılı Van ve 2020 yılının ocak ayında yaşadığımız Elazığ-Sivrice Depremleri de sonuçları bakımından oldukça acı oldu. Önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıktı. Yine Çanakkale, Manisa, Muğla- Bodrum, İzmir, Adıyaman, Denizli, Tekirdağ, Bingöl ve Malatya gibi illerimiz farklı büyüklüklerde deprem yaşadı. Can ve mal kayıpları ortaya çıktı. İstanbul başta olmak üzere ülkemizin farklı yerlerinde yeni ve yıkıcı depremlerin olacağını biliyoruz. İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem gerçeğini unutmadık, unutmayacağız. 17 Ağustos 1999 Gölcük ve daha sonra yaşadığımız diğer depremler de ortaya çıkan her acının yükünü omuzlarımızda, acısını ise kalbimiz de taşıyoruz.
Depremin Ortaya Çıkardığı Sonuçlar Sadece Can Kaybı mı?
Bugüne kadar yaşamış olduğumuz depremler, ülkemizin bir deprem gerçeği ile karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır. 100 yıl içerisinde oluşan depremlerde 110 bin insanımız yaşamını yitirmiş, 700 bin mertebesinde yapımız yerle bir olmuştur. Yaşamış olduğumuz depremler, ülkemizin bir deprem ülkesi olduğunu gösteriyor. Bilinmesi gerekir ki depremler sadece can kayıpları ortaya çıkarmaz. Meydana geldikleri bölgenin altyapısını ve ekonomik düzenini bozmakla kalmayıp oldukça ciddi sorunlar da yaratır. Bulaşıcı ve salgın hastalıklar, yaralanma, psikolojik sorunlar, sakat kalma, pazar kaybı, üretim ve gelir kaybı, enflasyon, acil yardım harcamaları, işsizlik ve planlanan yatırımların gecikmesi, çevrenin bozulması ve çevre sorunları gibi önemli sonuçlar doğurmaktadır. 17 Ağustos Depremi bu sonuçların tümünü ortaya çıkaran bir kent deprem olarak kayıtlara girmiştir.
17 Ağustos Depremiyle birlikte yaşamış olduğumuz depremler ve Ocak 2020 tarihinde yaşadığımız Elazığ-Sivrice Depremi, yapı stokumuzun halen güvenli olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur
Kuzey Anadolu Fay Hattı ve Ülkemizin Deprem Gerçeği
“Kuzey Anadolu Fay Hattı” olarak bilinen ve zaman zaman doğudan batıya, batıdan doğuya ters istikamette yürüyen fay hattı, dünyanın en tehlikeli diri faylarından biridir. Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi’ne uzanan, oradan da Yunanistan’a geçen bir fay hattıdır. Bu fayın biriktirdiği enerjinin açığa çıkmasıyla oluşan kırılma deprem olarak etkisini göstermektedir. Ayrıca bu fay hattında oluşan her deprem başka bir depremi tetiklemektedir. Bu nedenle Kuzey Anadolu Fay Hattı(KAF) üzerinde sürekli olarak depremler olmaktadır.17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Deprem ve 12 Kasım 1999 Düzce Depremi yeni depremlerin habercisi olarak karşımızda durmaktadır. KAF’ın Marmara Denizi içerisinde bulunan önemlice bir kısmı sürekli olarak enerji biriktirdiği için İstanbul başta olmak üzere Tekirdağ, Çanakkale, Kocaeli, Yalova, Sakarya, Bursa, Balıkesir gibi çevre iller sürekli olarak deprem tehlikesi altında bulunmaktadırlar.
Bu nedenle büyüklüğü 7,4 olan 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem; başta İstanbul olmak üzere çevre illeri büyük ölçüde etkilemiştir. En büyük can kayıpları Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da ortaya çıkmıştır. 16 ilimiz bu depremden etkilenmiştir. İstanbul’un beklediği depremde diğer illerimizi önemli ölçüde etkileyecektir.
Oysaki depremle ilgili olarak ülkemizin tarihinde “MİLAT OLABİLECEK” 1939 Erzincan Depremi var. Bu depremde 32 binden fazla insanımız hayatını kaybetmiştir. 1966 Varto depremi, 1967 Adapazarı, 1970 Kütahya-Gediz, 1971 Bingöl, 1973 Elazığ, 1976 Çaldıran-Muradiye, 1983 Erzurum-Ilıca, 1992 Erzincan, 1995 Afyon-Dinar ve 1998 Adana Ceyhan Depremleri var. Ayrıca tarihsel deprem kayıtları göstermektedir ki Hatay, Bursa, Antalya ve Denizli gibi illerimizde bulunan diri faylar her zaman deprem üretme potansiyeline sahiptir.
Önemli ölçüde bir yıkım yaratan 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Deprem ile 12 Kasım 1999 Düzce Depremleri bir “MİLAT” olabildi mi? Yeterli ölçüde ders alındı mı?
Yapı Stokunun Mevcut Durumu Ve Yapı Üretim Anlayışımız değişti mi?
17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana 21 yıl geçmesine rağmen, her an deprem tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkemizde, kısa süreli ve acil olan bazı önlemlerin bile alınmadığı, para uğruna var olan risklere yeni risklerin eklendiği görülmektedir. Üzülerek söylemek gerekir ki; deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değiliz.
Birçok kentimizin “1/100.000 Ölçekli İl Çevre Düzeni Planı” yoktur. Olsa bile bu planlar günübirlik kararlarla bozulmakta, yapılmaması gereken yerlere uygun olmayan, kent yaşamını sıkıntıya sokacak yapılar yapılmaktadır. Yerel yönetimlerin uygun görmediği kararları çoğu kez merkezi yönetim olumlu bularak karar vermekte ve giderek kentlerin plan bütünlüğü bozulmaktadır.
Bugün İstanbul 7 ve üzeri büyüklükte bir deprem beklemektedir. Yaşanacak bir deprem ile yapı stokunun en az %25’i kullanılamaz hale gelecektir. Yapı stoku yenilenmeği veya güçlendirilmeği takdirde deprem yıkımının faturası oldukça ağır olacaktır. Oysa İstanbul, Kanal Projesiyle çok daha riskli hale getirilmiştir.1/100.000 Ölçekli İl Çevre Düzeni Planı sürekli olarak değiştirilmekte, İstanbul’un en stratejik bölgesi olan bu bölge yeni bir yapılaşmanın cazibe merkezi haline getirilmektedir. Önceden Katar Şeyh’lerinin ve iktidara yakın çevrelerin almış oldukları arsa ve araziler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından plan değişikliği yapılarak İstanbul’un geleceği ranta ve depremin insafına terkedilmektedir! Birçok AVM ve Gökdelenin yaratmış olduğu risklere ilave olarak Kanal Projesi ile yeni risk alanları oluşturulmaktadır. İstanbul, sürekli olarak korku içinde yaşayacağı bir bilinmezliğe ve geleceksizliğe teslim edilmek istenmektedir.
Açıkçası deprem tehlikesi altında bulunan kentlerimizde gerek konut nitelikli yapılarımız, gerekse kamu yapılarımızla birlikte endüstri tesislerimizin büyük oranda deprem güvenlikleri yoktur. Özellikle 1999 yılından önce üretilmiş olan yapılar halen varlıklarını sürdürüyorlar. Bu yapıların yıkılıp yeniden yapılmaları veya önemlice bir kısmının güçlendirilmiş olmaları gerekirdi. Son olarak yaşamış olduğumuz Elazığ-Sivrice ve Bingöl-Karlıova depremleri yapı stokumuzun ciddi bir deprem riski altında bulunduğunu bir kez daha göstermiştir. Var olan yapı stokunun deprem riski giderilememiş, “yara sarma” anlayışıyla günün kurtarılmasına çalışılmıştır.
Konut nitelikli yapılarımızın yanında okullarımız, hastanelerimiz, endüstri tesislerimiz ve diğer kamu yapılarımız çok büyük oranda güvensizdir. Apartmandan bozma sağlık klinikleri ve okullar önemli ölçüde varlığını sürdürüyor. Apartmanların altında bulunan bir çok işyerinin güvenli olmadıklarını ve yaşanacak bir deprem de büyük sorunlarla karşı karşıya kalacaklarını bilmek insanı rahatsız ediyor. Bu yapıların güvenli olmadıkları açıklıkla söylenebilir. Ayrıca teknik ve bilimsel bir sistem bütünlüğü kurulmadığı için 1999 sonrası dönemde üretilmiş olan yapıların güvenli olup olmadığını yaşanacak depremlerle sınamış olacağız. Durmadan yapılan yüksek yapılarla ilgili deprem yönetmeliği bile 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Yapı üretim süreci genel olarak mühendislik ilke ve normlarından uzak tutulmuş, ”yap ta” nasıl yaparsan yap anlayışı inşaat sektörüne hakim olmuştur.
İmar Affı-İmar Barışı
Amaç maddesi ” yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak” olan 3194 sayılı İmar Kanunu’na Geçici 16. madde eklenmiştir. Türk İmar Tarihinin bugüne kadar ki en kapsamlı imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talep bile edilmeyen yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmıştır. İşin içerisine oy alma ve siyasi kaygılar girince “AF KONUSU” her seferinde “bu son denilerek” 26 kez yenilenmiştir.24 Haziran 2018 seçimleri öncesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncülüğünde, TBMM tarafından oybirliği ile ülke tarihinin en kapsamlı “İMAR AFFI” çıkarılmıştır.
Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Sayın ÖZHASEKİ, “Mühendislere 2-3 bin lira verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık” diyerek, depremde yıkılacak yapıların yıkılma gerekçesini tartışılmayacak bir şekilde ortaya koymuştur. Açıkçası mühendis ve mimarların yok sayıldığı bir ülke de “güvenli yapı üretilmesi olanaklı değildir. Mühendisin varlığını, bilgisini, uzmanlığını parayla ölçenleri mühendisler hiçbir zaman unutmayacak ve affetmeyeceklerdir.
17 Ağustos Deprem yıkımının 21. Yılında Önemle belirtmeliyiz ki: Mühendislik hizmeti almadan kaçak olarak üretilmiş yapıların süresiz olarak yasal hale getirilmiş olması, devletin sorumluluğunda olması gereken can ve mal güvenliği bir kenara atılmıştır. Ayrıca getirilmiş olan imar affı ile ; 3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun işlevsiz bir hale gelmiştir. Oysa var olan yapı stokunun ve yeni yapılacak olan yapıların depreme karşı güvenli olmaları gerekir. Depreme karşı önlem almanın ve ortaya çıkacak olan can ve mal kayıplarını azaltmanın ve ortadan kaldırmanın tek çözüm yolu budur.
21 insanımızın yaşamını yitirmesine ve 17 insanımızın yaralanmasına neden olan İstanbul Kartal’daki Yeşilyurt Apartmanı hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Depremi beklemeden kendi kendisine yıkılan bu yapının enkazı beş günde kaldırılabilmiştir. Ayrıca bu yapının imar affından yararlandığının altını çizmek isteriz. İstanbul gibi kentlerimizin yaşayacağı bir deprem sonrası sokaklara girilemeyecek, çıkan yangınlar söndürülemeyecektir.
Temel sorun yara sarmak değil, insanlarımızı yıkılacak yapıların altında bırakmamaktır. Yoksa yıkılan yapıların altında kalan insanlara ulaşarak onları kurtarmanın kolay olmadığını, hatta mümkün olmadığını unutmamak gerekir. “İmar Barışı” denen bu afla deprem güvenliği ve mühendislik mesleği hiçe sayılarak toplumun can ve mal güvenliği yapı sahibinin “beyanına” teslim edilmiştir. Hiçbir yapı sahibi “yapım güvenli değildir diye beyanda” bulunmamıştır. Su havzaları, dere yatakları ya da hazine arazilerine yapılmış olan kaçak yapılar bile af kapsamına alınmıştır. Tüm yasal kurallara uyarak onun bedelini ödeyen konut ve yapı sahipleriyle birlikte, işini doğru yapan mühendis ve mimarlar cezalandırılmıştır. Açıkçası değerler sistemi bir kez daha ayaklar altına alınmış, kötülük bir kez daha ödüllendirilmiştir.
17 Ağustos 1999 ve 2011 Van Depremlerinden bile hiçbir dersin çıkarılmadığı görülmüş, para ve oy uğruna halkımızın can ve mal güvenliği tehlikeye atılmıştır.
Planlama Yapılaşma Ve Kentsel Dönüşüm
Nasıl ki 1999 depremleri yapı imalatı ile ilgili dinamiklerin değişmesi ve yapı denetim sisteminin kurulması için bir milat olarak kabul edildiyse, 2011 Van Depremi de “Kentsel Dönüşüm” için milat olarak kabul edildi. 2012 yılında 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ile yasalaştı.
Hafif hasarla atlatılması gereken depremlerde dahi yapıların kullanılamaz hale gelmesi ve can kayıplarının ortaya çıkması, mevcut yapılardaki tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde yaklaşık yirmi milyon yapı bulunmakta, ancak bu yapı stokunun ayrıntılı bir envanteri çıkarılmadığı için depremlerde bir bütün olarak bu yapıların nasıl bir davranış gösterecekleri bilinmemektedir. Depreme karşı kentlerimizi ve binalarımızı hazır hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm projelerinin bu amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalı olmakla birlikte, kamu binalarının akıbeti ise belirsizliğini korumaktadır.
“Riskli alan”, “riskli yapı” belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluk ve hak kayıplarına yol açmıştır. Depreme karşı yapı stokunu güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratmaktadır.
Daire alanlarının küçülmesi kat sayısı ve daire sayısının artmasına neden olmakta, aynı sokak ve mahallenin alt yapısı aynı kalmasına rağmen, aile sayısı ve nüfusun artması kentin demografik yapısını bozarak, fiziksel eşikleri zorlamakta, yeni trafik ve alt yapı sorunları yaratmaktadır. Üstelik kentsel dönüşüm projeleri deprem riskinin fazla olduğu yerlerde değil, kentsel “RANTIN” en yüksek olduğu bölgelerden başlamıştır.
Çoğu kez insanlar müteahhitlerin insafına bırakılmıştır. Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılmakta, kentlerin teknik ve sosyal altyapı sorunları daha da artmaktadır. Bu durum kentlerimizi yeni afetlere açık hale getirmektedir. Bugünkü kentsel dönüşüm yasası ve var olan mevzuatlar; kentsel dönüşüm uygulamaları için temel beklenti olan sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede, güvenli yapılarda oturmak anlayışını karşılayamamıştır.
YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel bir mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır. YIK-YAP anlayışı; bilimi, bilgiyi, mühendisliği ve kentleşme bilimini yok sayan bir anlayıştır. Bir taşeron ve müteahhit bakışıdır. Özellikle ekonomik krizin büyümesiyle birlikte birçok Kentsel Dönüşüm projelerinin yarım kalması çok fazla mağdur aile yaratmıştır.
ÖNEMLE VURGULAMAK GEREKİR Kİ; kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınarak yapılmak zorundadır.
Neler Yapılmalı
Bir doğa olayı olan depremin ülkemizde afete dönüştüğü yaşanarak görüldü ve öğrenildi. Artık ülkemiz de bilinmeyen bir fay hattı yoktur. Bu faylar biriktirdikleri enerjilerini bir gün mutlaka açığa çıkaracaklar. Sorun açığa çıkan enerjinin yaratacağı depreme karşı dayanıklı yapı üretilmesinin koşullarını yaratmaktır. Durmadan fayları ve depremi konuşmak insanları depremin yıkıcı etkisinden korumaz. Geniş bir seferberliğe, geniş bir işbirliğine ihtiyaç vardır.
Profesyonel mühendislik yaşamının düzenleyicisi olması gereken Odamız ve diğer meslek odalarının yetkileri giderek bilinçli bir şekilde azaltılmış hatta ortadan kaldırılmıştır. Meslek Odaları Anayasal kurumlardır. Devlet işlerinin düzenli yürümesi için Anayasal Kurumların işlerini iyi ve doğru yapmaları gerekir. Oysa devleti yönetenler, Meslek Odaları gibi önemli kuruluşların görevlerini yapmaması için her türlü olumsuzluğu onların karşısına dikiyorlar. Bu anlayış sürdüğü müddetçe deprem ve diğer afetlerle baş etmenin olanaklı olmadığını bilmeleri gerekir. Bugünkü yönetim anlayışının devam etmesi durumunda insanlarımız beton yığınları altında kalacak, yara sarma anlayışı ortaya çıkacak olan acıları hiçbir zaman dindiremeyecektir.
Oysa bilimsel ölçekte kent planlarının yapılması, mesleki yetkinliğe dayalı yapı denetim sisteminin kurulması, nitelikli bir mühendislik eğitimi koşullarının sağlanması, mühendislik hizmetlerindeki kalitenin yükseltilmesi, İnşaat Mühendisliği Bölüm ve Programlarıyla ilgili kontenjanların azaltılması,3458 Sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki Yasanın değiştirilmesi ve meslek alanımızla ilgili olarak bir “MESLEK YASASININ” çıkarılması zorunludur. Yapı güvenliğinin sağlanması için yapılması gereken uygulamalar ve yeni bir “AFET” bilincinin oluşturulması konusu ilgili kurum ve kuruluşların işbirliği ile geliştirilebilir. Afet anı ve sonrasına odaklanmaktan daha çok afet öncesine odaklanmak gerekiyor. Tüm ülke toprakları inşaat sektörünün bir arazisi olarak görülmemeli, bilimsel bilgi ve kent planlaması kapsamında ve ihtiyaç temelli yapılar yapılmalıdır. Sorun, depremin kendisi değil ranta dayalı uygulanan politikaların doğurmuş olduğu sonuçlardır.
Açıklıkla söylenebilir ki bugün ticari kaygı teknik kaygının önüne geçmiş, bilgi, beceri ve liyakat sahibi yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri almıştır. Meslek odası, üniversiteler ve endüstri kuruluşları arasında olması gereken işbirlikleri görmezden gelinerek yok sayılmıştır. Bu anlayış değişmelidir.
Özellikle İstanbul’da deprem sonrası insanların dışarı çıktıktan sonra gidebilecekleri ve toplanıp ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri boş alan kalmamıştır. Bu alanlar AVM ve gökdelenlere dönüşmüştür. İstanbul başta olmak üzere kentlerimiz 5 (beş) afetle karşı karşıya bırakılmıştır. Sel ve su baskınları doğal bir hal almış, Isı adaları oluşmuş iklim değişmiştir. Havalar düne göre çok daha fazla kirlenmiştir. 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli depremden buyana 21 yıl geçmiştir. Bir 21 yıl daha beklenmemelidir. Kentlerimiz depreme hazırlıklı hale getirilmeli, deprem vergileriyle toplanan 35 milyar dolar yapı stokunu deprem güvenlikli hale getirmek için kullanılmalıdır.
İmar barışı nedeniyle kaçak ve mühendislik hizmeti almayan veya eksik alan yapılar Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinin arşivinde toplanmış bulunuyor. Öncelikle kaçak olarak yapılan veya ruhsatlı olup da üzerine yeni kaçak katlar yapılan yapıların yaşanacak bir depremde ayakta kalma şansları yoktur. Bu yapılar öncelikle yıkılmalıdır.
Kıt kanaat geçinmeye çalışan insanların yapılarını deprem güvenlikli hale getirmeleri mümkün değildir. Sosyal Devlet anlayışı çerçevesinde konut stoku yenilenmelidir.
Bir doğa olayı olan depremin doğal afete dönüşmesini önlemenin yolu, planlama-kentleşme, tasarım, uygulama ve yapı denetim sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesinden geçmektedir. Depremle ilgili olarak yapı denetimine ayrı bir vurgu yapmak gerekir. Çünkü yapı denetimi güvenli yapıların üretilmesini sağlayacak ve gelecekte aynı sorunların ortaya çıkmasını önlemenin güvencesidir. Mesleki ve ahlaki yetkinliği dikkate alan ve meslek Odaları tarafından belgelendirilen Mühendis ve Mimarların “Özne olduğu” bir Yapı Denetim Sisteminin kurulması zorunludur. Açıkçası planlama ve tasarım aşamasından yapının kullanım aşamasına kadar geçen tüm süreçler, mesleki ve etik yeterliliğe sahip mühendisler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
1 Ocak 2019 tarihi itibariyle yapıların denetimini yapacak olan yapı denetim kuruluşlarının elektronik sistemle belirlenmiş olması doğru bir denetim sisteminin kurulduğu anlamına gelmez. Belli bir birikim ve yetkinliğe sahip olmayan yapı denetim kuruluşlarının “yapı denetim” sürecinde bulunmaları doğru bir denetim yapacakları anlamına da gelmez. Açıkçası planlama ve tasarım aşamasından yapının kullanıma açılmasına kadar geçen tüm süreç, mesleki ve etik yeterliliğe sahip mühendisler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir
Yapı üretim sürecinin önemli bir parçası olması gereken “Şantiye Şefliği” konusu çözümün değil, sorunun bir parçası olmuştur. Farklı meslek disiplinleri ve uzmanlık alanları dikkate alınmadan şantiye şeflerinin görevlendirilmesi, bilime ve bilgiye aykırıdır. Ayrıca bir şantiye şefinin 30.000 m2‘ye kadar 5 inşaatın şantiye şefliğini yapmış olması da doğru değildir. Şantiye şefliği inşaatın her şeyinden sorumlu olması gereken bir mesleki faaliyettir. Buna rağmen 5 ayrı işin şantiye şefliğini bir mühendisin yapma şansı yoktur.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusu sorun olmayı sürdürüyor. İş kazaları ve ölümlü iş kazaları sıralamasında dünyanın önünde gelen bir ülkeyiz. Yapıyı tanımayan fakat işçi sağlığı ve İş güvenliği uzmanlık belgesine sahip olan insanların yapı alanında işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanı olarak çalışmaları kabul edilemez.
“Ruhsatlardan Mühendis ve Mimarların” imzalarının kaldırılmış olması mahkeme kararıyla geri alınmıştır. Deprem başta olmak üzere birçok doğa olayını oldukça sık yaşayan ülkemizin yöneticileri sorun çözen değil sorun yaratan bir sistemin parçası olmuşlardır. Bu durum; mesleki yetkinlik ve kaliteli hizmet üretimini zaafa uğratmıştır.
SONUÇ OLARAK
Yeni yapılacak olan yapıların, “Bina Deprem Yönetmeliği” dikkate alınarak bilim, teknoloji ve mühendislik ilkeleri doğrultusunda yapılması can ve mal güvenliğinin sağlanması bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Var olan yapı stokumuz güvenli olmaktan uzaktır. Üretilecek olan yapılarla ilgili olarak yer seçim kararlarından zemin- yapı ilişkisine, doğru bir tasarımdan, yapı üretim evrelerinin bilgiye dayalı bir anlayışla denetlenmesine kadar bütünlüklü bir yapı üretim sisteminin kurulmasına ihtiyaç var. 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli Depremden bugüne kadar geçen 21 yıl içinde zaman zaman doğru çalışmalar da yapılmıştır. Fakat yapılmış olan bu çalışmalar ya uygulama alanı bulmamış veya bir süre uygulanarak daha sonra ortadan kaldırılmıştır. Yaşamış olduğumuz orta büyüklükteki bir depremde bile yapıların yıkılması yapı stokumuzun büyük bir riskle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Ayrıca kendi kendisine yıkılan yapıların varlığı ve tümüyle kaçak olarak yapılan yapıların af kapsamına alınmış olmaları da kentlerimizin büyük bir risk altında olduğunun önemli bir işaretidir.
Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerlerinde yapıların üretilmesi deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkili yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak, gerekli düzenlemeleri yapmak ve ” Deprem Yönetmeliklerini” ödünsüz bir şekilde uygulamaktır. Deprem yönetmeliğinin ve depreme dayanıklı yapı üretilmesinin ana unsuru inşaat mühendisleridir. Bu nedenle inşaat mühendislerinin iyi yetişmiş olmaları gerekir. Bu duruma rağmen Fiziki şartları yetersiz, öğretim kadroları son derece zayıf, laboratuvarı olmayan ve oldukça fazla kontenjana sahip okulların inşaat mühendisliği diploması veren okullara dönüşmüş olması kabul edilemez.
Her afetten sonra sık sık yapılan “yara sarma” anlayışından kurtulup; bilimin, tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Bunun için “risk yönetimini” hayata geçirmek zorunludur. Depremin bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu olumsuzlukları “kader” gibi değerlendiren yaklaşımlar terk edilmelidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koymuştur. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek yol; deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır. Bu kapsamda Mesleki Yetkinliğin önünü açacak olan ve ciddi bir sorun oluşturan 3458 sayılı yasa mutlaka değiştirilmelidir.
Deprem riskini azaltmak ve depreme karşı dirençli bir toplum yaratmak için Ulusal Deprem Strateji ve Eylem Planı(UDSEP 2012- 2023) hazırlanmıştır. Konu başlıklarına göre gerekli çalışma ve iş birliklerinin yapılması için sorumlu kuruluşlar belirlenmiştir. Yetkin Mühendislik Yasası’nın hazırlanmasıyla ilgili olarak TMMOB sorumlu kuruluş olarak ilan edilmiştir.2017 yılına kadar bitirilmesi gereken bu çalışmaya ilişkin bir tek toplantı bile yapılmaması deprem gerçeğini dışlamanın kendisi değilse nedir?
Açıkçası bilimsel bir hatta kalarak afetlere karşı dirençli kentler yaratılacağını savunan LİYAKAT sahibi çevreler ile her şeyi arazi ve inşaat rantı eksenine bağlayıp konuya sadece “ticari bir anlayışla yaklaşanlar” arasındaki çatışmayı ne yazık ki rantçılar kazanmıştır. Ülke topraklarını inşaat sektörünün bir arazisi olarak görenler sisteme hakim olmuşlardır. İstanbul başta olmak üzere ülkemizin her hangi bir yerinde yıkıcı bir depremin olma olasılığı yüksektir. Ortaya çıkacak olan can ve mal kayıplarının sorumluluğu; bilimi, bilgiyi ve mühendisliği önemseyenlerin değil rantçıların sırtındadır.
Can ve mal güvenliğinin sağlanması için depreme dayanıklı yapı üretmekten başka bir yol yoktur. Bu gerçekten hareketle geleceğimizi kadere ve rantçılara bağlamanın çıkar yol olmadığı acıda olsa anlaşılmıştır. Bilime, bilgiye, mühendisliğe, akla ve insana önem veren uygulamalar sorunun değil çözümün yoludur. 17 Ağustos yıkımının 21.yıldönümünde ilgilileri bir kez daha uyarıyoruz.